ÜNİVERSİTEDE 1. SOSYOLOJİ GÜNLERİ DÜZENLENDİ

Muş Alparslan Üniversitesi (MŞÜ) Umran Sosyoloji Topluluğunun ile Sosyal Politikalar Uygulama ve Araştırma Merkezi, 1. Sosyoloji Günleri´ni düzenledi

GÜNCEL 8.05.2017 10:38:07
ÜNİVERSİTEDE 1. SOSYOLOJİ GÜNLERİ DÜZENLENDİ

Prof. Dr. Sabahattin Zaim konferans salonunda düzenlenen programın açılışına Rektör Prof. Dr. Fethi Ahmet Polat, rektör yardımcısı Prof. Dr. Abdüllatif Tüzer ile akademik ve idari personelimiz katıldı. Üniversite Sosyoloji bölümü öğrencilerinin yanı sıra Uludağ Üniversitesi ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitesinden sosyoloji öğrencilerinin konuşmacı olarak katıldığı programın açılış konuşmasını yapan Rektör Prof. Dr. Fethi Ahmet Polat, “Sosyoloji bizim üniversitemizde güçlü bir dal. Bu güç hocalarımızdan ve öğrencilerimizin ilgisinden kaynaklanıyor. İnşallah birincisi yapılan bu etkinlik geleneksel hâle gelir” dedi.

“MUŞ’U BİR OKUL HÂLİNE GETİRMEMİZ LAZIM”

Rektör Prof. Dr. Fethi Ahmet Polat sözlerini şöyle sürdürdü: “Şöyle bir hayalim var Muş için… Üniversite olarak Muş’u bir okul hâline getirmemiz lazım. Okuma gruplarımızın körler sağırlar birbirini ağırlar şeklinde değil de; yani herkesin aynı doğrultuda düşündüğü ya da herkesin okuduğu kitabın esiri olduğu bir okuma grubu şeklinde değil de hakikaten akıl aşındırılan bir okuma grubu faaliyeti şeklinde yapılması… Farklı düşüncelere sahip insanlardan oluşan; zihnen, fikren, siyaseten birbirine muhalif görüşleri olan ama ilmin kıymetini bilen; ilmin ve âlimin hatırını âli tutan bir bakış açısıyla bir araya gelen insanların oluşturduğu okuma grupları... Eğer böylesi okuma grupları oluşturabilirseniz arkadaşlar bu hem bir gelenek hâline gelir hem de gerçekten buradan bir fayda çıkar. Hani bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan doğar denmiştir; yani fikirlerin çatışmasından hakikat kıvılcımları doğar… Dolayısıyla bunu sağlayan okuma grupları oluşturmamız lazım. Bunun en önemli yollarından biri de bugün burada yapılan faaliyettir.

Bazen insanlar bu tür etkinlikleri rutin toplantılar olarak görüyor. Bu etkinliklerin hiçbiri rutin değildir. Şurada bulunan, diyelim 200 arkadaşımızın içinde sadece birinde bile sosyolojiyle ilgili akademik ve entelektüel bir ilgi uyanırsa bu bizim için kazançtır ve biz bir toplantımızla Türkiye’ye bir bilim adamı kazandırıyoruz demektir. Düşünün ki her hafta üniversitemizde kaç tane bu tarz etkinlik oluyor. Her hafta bir insanı bile bilim dünyasına kazandırmış olsak bu büyük bir başarıdır” dedi.

“İLMİN KIYMETİNİN FARKINDA OLUN”

Muş Alparslan Üniversitesi’ne çok değerli öğretim üyelerinin geldiğini hatırlatan Polat, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu etkinlik kapsamında bizi kırmayıp üniversitemize gelen çok değerli hocalarımız var; Prof. Dr. Ahmet Uysal hoca, Doç. Dr. Âdem Sağır hoca… Kendi sahalarında çok nitelikli insanlar olan bu hocalarımızdan bir şekilde öğrenmek; belki on tane kitabı okuyarak elde edemeyeceğiniz bilgiyi şurada kırk beş dakika oturarak elde etmek çok büyük bir kazançtır. Hani “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diye bir söz var. Bu tevatür değildir. Hadis toplayan insanların bir hadis öğrenebilmek için Mekke’den Şam’a bir ay süren yolculuklar yaptığına dair rivayetler var. Hatta bu rivayetlerin bir kısmında o bir aylık yolculuktan sonra o rivayeti nakleden insanın kişilik özelliklerini beğenmediği için, rivayeti bilimsel değeri olan bir rivayet olarak kabul etmeden nakleden raviler var. Bana göre bilim adamlığında zirvedir bu insanlar.

İmam Taberî, büyük bir tarihçi, büyük bir müfessirdir. Kendisi İslam tarihinde yazılmış en büyük tarih kitabı olan Tarih-i Taberî’nin mukaddemesinde diyor ki ‘Sakın kitabımdaki rivayetlere bakıp da beni rivayetler konusunda ihmalkâr biri zannetme. Ben buraya ne duyduysam onu aldım. Bu rivayetlerin sıhhati üzerinde araştırma yapmadım. Çünkü ben burada size tarih anlatıyorum. İlmin namusu çerçevesinde size duyduklarımı anlatıyorum.’ Aynı âlim tefsirinde aynı yaklaşımı sergilemiyor. Tefsirinde kullanmış olduğu rivayetlerin belki on katı rivayet kendisine ulaşmış olmasına rağmen ancak sahih olduğuna inandığı rivayetleri kullanıyor. Bu bir bilim adamının hassasiyetidir arkadaşlar. Arkadaşlar biz böylesi bir hassasiyeti taşıyan bir geleneğin çocuklarıyız. Yaptığımız etkinlikler bu anlamda çok önemli arkadaşlar. Yarın okulu bitirip gittiniz. Çoluk çocuk sahibi oldunuz. Zannediyor musunuz ki bu tarz etkinliklere katılma fırsatınız olacak. Çoğunuz bugün müsaitken bile fırsat bulamıyorken yarın işiniz gücünüz olduğunda nasıl buralara geleceksiniz? Çok zor. Onun için bu tarz etkinliklere gelirken bu bilinçle gelin arkadaşlar. İlmin kıymetinin farkında olun.

Buraya bir akademisyenin gelip konuşmasının maliyetini bir düşünün. Ekonomik anlamda söylemiyorum. Düşünün ki bir insan buraya gelmek için nelerden fedakârlıkta bulunuyor. Peki, bu işin organizasyonunda görev alanları bir düşünün. Işıkla, sesle, bilgisayarla, basılı materyallerin hazırlanmasıyla ilgili çalışan personeli düşünün. Dolayısıyla dışarıdan sıradan gözüken bir etkinliğin bile aslında pek çok insanın emeği sonucunda organize edildiğinin farkında olunuz. Bütün bu insanlar ilmin hatırına emek sarf ediyorlar. Bu organizasyonda emeği geçen bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Lütfen bu tarz etkinliklerin sayısını artırın. Özellikle öğrenci arkadaşların bu işin içinde yer alması beni çok sevindirdi.”

“BİZ TOPLUM MÜHENDİSİ DEĞİL, TOPLUM DİPLOMATIYIZ”

Rektör Polat, ayrıca şunları söyledi: “Biliyorsunuz 10 - 13 Mayıs tarihleri arasında yapılacak 6. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi dolayısıyla master ve doktora yapan onlarca insan üniversitemize gelecek. O kongrede kendinize yakın gördüğünüz insanlar varsa onlarla irtibatınızı devam ettirin arkadaşlar. Hz. Peygamberimizin bir tebliğ kavramına değinerek sözlerini tamamlamak istiyorum. Göz koymak kavramı. Hz. Peygamber bazı insanlara göz koyardı. Derdi ki ‘Bu kazanılması gereken bir insandır.’ Hz. Ömer de onlardan biriydi. Efendimizin, Müslüman olması için Allah’a dua ettiği iki Ömer vardı, biliyorsunuz. Diğeri de Ebu Cehildir. Ebu Cehil 70 yaşında Bedir Savaşında öldürüldü ama Hz. Ömer kazanıldı. Çünkü bunlar toplumda itibarlı insanlardı. Ebu Cehil deyip de geçmeyin. Sözü geçen, saygın bir insan… Allah ona değil diğer bir itibarlı insan olan Hz. Ömer’e iman nasip etti ama uğraşan kimdi? Hz. Peygamber. Çünkü ona göz koydu.

Hocalarımızdan da istirhamım odur. Bakın, zeki, çalışkan, bu çocukta ümit var dediğiniz çocuklarla özel olarak ilgilenin. Bütün arkadaşlarımız bizim öğrencilerimiz ama neticede özel ilgiyi hak eden çocuklarımız var. Bunu kabul edelim. Sinema günlerimiz kapsamında “Her Çocuk Özeldir” isimli film gösterilecek. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Bir çocukla, gençle ilgilendiğiniz zaman onun nasıl bir meyve vereceğini kestiremiyorsunuz arkadaşlar. Biz toplum mühendisi değil, toplum diplomatıyız. Biz sürecin kendisiyle ilgileniriz, sonuçla değil. Bir genci alıp Allah rızası için onu eğiteceğiz, Allah rızası için onu zorlayacağız iyi insan olması yönünde. Sonuç ne olur? Bilemeyiz. Bu tür toplantıların bahsettiğim türden kazanımlara vesile olmasını diliyorum. Hepinize başarılar diliyorum.”

“ÖLÜM SOSYOLOJİSİ”

Rektör Polat’ın konuşmasının ardından geçilen Sosyoloji Günlerinin I. Oturumunda Karabük Üniversitesi Sosyoloji bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Adem Sağır, “Ölüm Sosyolojisi” isimli bir sunum yaptı. Sözlerine, “Böyle heyecanlı bir kitleyi sabahın bu saatinde burada görmek bizi fazlasıyla mutlu ediyor. Biz Karabük’te genelde bu saatlerde salonu bu kadar dolu görmüyoruz. Bu yüzden hepinize teşekkür ediyorum.” diye başlayan Doç. Dr. Adem Sağır şunları söyledi: “Ölüm dediğimiz zaman insanın tüyleri diken diken olabiliyor. Hele hayatında ölümle ilgili beklenmedik olaylarla karşılaştıysa ve ölüm kendisiyle ilgili olumsuz, acı bir anlam ifade ediyorsa hakikaten bunu anlamak zor değil. Bir yakınımızı kaybettiğimizde hissediyoruz bu duyguyu daha ziyade. Ölümün bize verdiği his çok kolay anlatılabilecek bir his değil. Sosyolojiye ölümü bir nesne olarak koymak, ölümü incelenebilir bir olguya dönüştürebilir miyiz sorusuna cevap vermeye çalışmak da kolay değil. 2001-2002 yıllarında Fatih, Karagümrük’te yaşarken cihat düşüncesi ön planda olan bir arkadaş grubunun içindeydim. Yurtdışındaki cihat hareketlerine katılan arkadaşlar geldiğinde kendi hikâyelerini anlatıyorlardı ve gecenin bir yarısında Edirnekapı Mezarlığına gidip ölüm rabıtası yapıyorduk. Rabıta-i mevt tasavvufta önemli bir olgudur. Kendinizi ölmüş gibi hissedip, mezara gömülüp orada karşılaştığınız sorguyu vesaire düşünerek o düşüncenin sizi yeni baştan diriltmesini arzu ediyorsunuz. İşte bizim Edirnekapı Mezarlığında yaptığımız da böyle bir şeydir. Herhangi bir mezarın etrafında halka şeklinde otururuz. Sırayla biri mezarın üzerine yatar… O zamanki genç ve dinamik halimizle heyecana kapılarak yapardık bu işi. Ulvi amaçlarımız olduğundan da yaptığımız işin mahiyetine dair düşünme imkânımız olmazdı.

“ÖLÜM KARŞISINDA HERKES EŞİTTİR”

Karabük Üniversitesi Sosyoloji bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Adem Sağır, sözlerini şöyle sürdürdü: “Zygmunt Bauman’ın kitaplarını okurken onun modern toplumda ölüm algısına ilişkin ilgili yaptığı tespitler çok önemlidir. İnternet sitelerinde mezarlık ve defin işlemleri yapan firmalar var. Öyle bir sloganları var ki mesela, “Mühendis eliyle mezar bakımı.” Kapitalizm bir anda işin içine sızıyor. Ya da şöyle bir açıklama görüyorsunuz: “Üye olun, biz sevdikleriniz için Fatiha okuyalım, dua edelim siteye çektiğimiz videoları yükleyelim, siz de uzakta olsanız bile mezarlığa gitmiş gibi hissedin kendinizi.” Ölümü sosyolojinin bir olgusu hâline getirebilmemiz için bir kırılma noktasına ihtiyacımız var. Geleneksel toplum içinde ölüm; Émile Durkheim’in anlattığı biçimde, toplumda bir boşluk oluşur ve o boşluğu kapatmak için insanlar bir araya gelir. Ritüeller, törenler böyle oluşur. Dolayısıyla ölüm de bu anlamda bir boşluktur. Sonraki süreçlerde işin içine başka faktörler giriyor. Mezarlıklara girdiğinizde sınıf farklılıklarını görüyorsunuz örneğin. Zincirlikuyu Mezarlığına girip şöyle bir etrafa baktığınız zaman kim zengin, kim daha tanınmış ya da hangi mezar sahipli hangisi sahipsiz, hangisi ideolojik bir mezar vesaire bunları tecrübe etmeniz hakikaten insanda ölümün sadeliğinin bozulması anlamında bir kaygı yaratıyor. Çünkü ölüm karşısında herkes eşittir. Bütün dinlerde, felsefi, psikolojik ya da teolojik bütün disiplinlerde bu böyle ifade ediliyor. Ama mezarlıklarda o eşitliği görmediğiniz zaman ister istemez insanda böyle bir kaygı oluşuyor. Acaba o değişim döngüsü nerede başladı ve insanlar ölümü farklılaştırmaya ne zaman başladılar, diye sorular soruyorsunuz. Öğrencilere ‘Ölüm Sosyolojisi’ isimli kitabımı okuturken en fazla eleştiri aldığım husus, hocam ahiret hayatını anlatmadınız, kabir azabını anlatmadınız, cennet, cehennem, sorgulama vesaire neden yoktu şeklinde oluyor. Şimdi bir olguya sosyolojik anlamda bakacaksak onu öncelikle gündelik hayat içinde sorgulamamız gerekiyor. Yani ölüm gündelik hayatın içinde nerede duruyor? Tabii insanların kendi geçmişlerinden sıyrılarak böylesi bir sosyolojik bakış edinmeleri kolay değil. Sosyolojide biz araştırma yaparken bunun sıkıntısını yaşıyoruz zaman zaman. Tecrübeleriniz, hayat hikâyeniz, gelenekleriniz, kanaatleriniz sizin özgeçmişinizi oluşturuyor. Dolayısıyla bunlardan sıyrılmak zor. Ölümü sosyolojik anlamda nasıl bir yere koyabileceğimizi anlatmak da kolay olmuyor bu açıdan.

“ÖLÜM KAYGISINI ARTIRAN SAYISIZ SEBEP VAR”

Ölümle ilgili yapılan tanımlamalar var. Teolojide, felsefede ve psikolojide görüyorsunuz bunları. Antropologlar genellikle ölümün dışavurumuyla ilgileniyorlar. Yani birisi öldükten sonra insanlar onunla ilgili neler yapıyorlar? Modern toplumda ölümle ilgili kaygı ve korku üzerinden giden bir kopuş var. Bu kaygı ve korkudan kastımız nedir? Ölüm kimisi için bir yokluktur, kimisi için yeni bir hayata adım atmaktır dolayısıyla her açıdan insan için bilinmezliklerle dolu kaygı verici bir olgudur. Bu kaygının nasıl giderildiği ile ilgili mekanizmalar vardır. Dinî inançlar önemli bir mekanizmadır örneğin. Toplumsal ritüeller de bir araçtır. Ulrich Beck`in ‘Risk Toplumu’ isimli kitabındaki çözümlemelerde rastlıyoruz, her yerde her daim ölme ihtimalinin size verdiği bir kaygı var. Tabii bunun üzerinde çok fazla durmuyorsunuz ama bilinçaltından bir şekilde dışarı yansıyan alanlarda görüyorsunuz bunu. Nedir bu? Sürekli kimyasallarla içli dışlısınız, nükleer silahlar var, her an bir kazaya maruz kalabilirsiniz. Modern hayatın karmaşası içinde ölüm kaygısını artıran sayısız sebep var. Geleneksel ya da basit toplumlarda her an ölümle karşılaşma ihtimaliniz vardı ama ne zaman bir düşmanla yüzleştiğiniz zaman ya da vahşi bir hayvanın saldırısına uğrayıp yine aynı şekilde öldürülebilirdiniz. Modern topluma geldiğinizde sayısız ölüm biçimi var. Üzerinize her taraftan, her şekilde gelebiliyor. Salt ölümün öznesi olmanız anlamında değil, etrafınızda görmeniz anlamında da sürekli yanı başınızda duruyor. Tabii ölümü değerlendirirken ona salt bir yokluk olarak yaklaşmak ya da ölümü bir ibret vesilesi olarak görmek; bunlar sizin inandığınız değerlerle alakalıdır ama ölüm bir şekilde orada duruyor ve her an sizin yakanıza yapışabileceği hissi uyandırıyor. Ölüm kaygısı böyle oluşuyor.

Etkileşimci teorilerde ölümü daha çok bireylerin kendi aralarında kurdukları etkileşimler bakımından değerlendiriyorsunuz. Nedir bunlar? Ölümü belki bireysel olarak duyumsadığınızı zannediyorsunuz ama o boşluk oluştuğu zaman belediyelerin cenaze hizmetlerinden tutun, taziye ziyaretine gelenlere, defindi o kadar çok detay var ki ister istemez bu olayın etkileşimsel bir ritüel boyutu olduğunu görüyorsunuz. Zaten bu da konuya sosyolojinin penceresinden bakmak için önemli bir gerekçe sağlıyor.

IĞDIR’DAKİ ‘ÖLÜ BAYRAMI’ İLE MEKSİKA’DAKİ ‘ÖLÜLER GÜNÜ’

Simgeler üzerinden, kültür ve kimlik üzerinden ölüm olgusunu anlayabilmek için Iğdır’a gitmemiz gerekti. Oradaki Azerilerin Nevruzdan önce yaptıkları ‘Ölü Bayramı’ diye bir etkinlik vardı. İşte yemekler hazırlanıp insanlar mezarlığa davet ediliyor. Orada kabirlere taşlarla vurup biz geldik deniyor. Dualar okunuyor, mezarlıkta yemek yeniyor… Bunlar size ölümün bir kültür ve kimlik biçimi olduğunu gösteriyor. Baktığınız zaman bu faaliyetler o toplumu farklılaştırıyor. Bir şeyi sosyolojinin nesnesi yapacaksak o farklılaştırmayı görmemiz bizim için önemlidir. Meksikalıların da ‘Ölüler Günü’ diye bir etkinliği var. Kasım ayında yapılıyor. Iğdır’daki ‘Ölü Bayramı’ ile Meksika’daki ‘Ölüler Günü’ arasında o kadar çok benzerlikler var ki. Onlar da kabirleri süslüyorlar. Onlar da mezarlıklarda bir araya gelip yemek yiyorlar. Onu bir eğlence aracı hâline çeviriyorlar. Mezarlıktan eve kadar mumlar, çiçekler koyuyorlar. Bu toplumlar arasındaki benzer uygulamaları görünce daha fazla heyecanlanıyorsunuz. Diyorsunuz ki toplum dediğimiz şey insanları bir araya getiriyor ve çoğu zaman aynı tepkileri verdirebiliyor. Farklı biçimlerde tezahür edebilir ama özündeki düşünce aynıdır. Siz Meksikalılardaki heyecan ile Iğdırlıların heyecanını aynı şekilde görünce; yani ölüleri memnun etme, onları hiçbir zaman kayıp olarak görmeme, hayatın bir parçası olarak hâlâ yaşamaya devam ediyorlarmış gibi hissetme anlamındaki müşterek duygu durumunu görünce ölüme bakışın toplumsal bir dürtü olduğunu anlıyorsunuz.

Defin hadisesi de ölümle ilgili ritüellerden biri. En estetik defin işleminin Müslümanlarda olduğunu görüyorsunuz. Kur’an’da anlatılan, Habil ile Kabil arasındaki o meşhur hadisede, Kabil’in cinayeti işledikten sonra ben ne yapacağım diye düşünürken karganın bir başka ölü kargayı gömmesine şahit olmasını anlatan ayetler vardır ya. İslam, en estetik defin biçimini ortaya koymuştur. Çünkü diğer kültürlerin defin biçimlerinin birçoğunda görsel şiddet vardır. Mesela Budistlerde, ölüyü parçalayıp akbabalara yedirme diye bir uygulama var. İnsani olarak o töreni seyrederken bir haz almıyorsunuz. Bir yerlerde bir sıkıntı olduğunu hissediyorsunuz. Görsel anlamda bir şiddet var ortada. Akbabaların cesedin parçalarını yiyerek gökteki tanrılarına ulaştıracağına dair bir inançları var. İslam’daki toprağa defin ile Budizm’deki bu uygulamayı karşılaştırdığınızda ister istemez rahatsızlık verici bir durum olduğunu düşünüyorsunuz.

Daha basit toplumlarda ölü yamyamlığı var mesela. Cesedi ortalarına alıyorlar. En yakınları en değerli yerlerinden olmak üzere vücudun bazı parçalarını yiyorlar. O da bir defin biçimi. Ya da ölüyü bir kanoya koyup nehre salmak. Nereye giderse gitsin… Ya da bir kayaya asmak. Toprağa gömülme şeklindeki defin işleminin bu tarz uygulamalarla karşılaştırıldığında size görsel bir haz verdiğini hissediyorsunuz. Haz önemli midir? Modern toplumda yaşıyoruz, kendi gündelik hayatımızı değerlendirirken haz üzerinden bakıyoruz. Medya bize bu duygu temelinde sunumlar yaptığı için ister istemez onu da çatışmanın içine katıyorsunuz.

“ŞEHİTLİK KAVRAMI KİMLİĞİ OLUŞTURUYOR”

Definden söz etmişken, ABD’de bir şirket, yakılan ölünün küllerinin kullanıldığı takılar pazarlıyor size. Slogan şu: “Dedenizi kulağınızda taşıyın.”, “Annenizi göğsünüzde taşıyın.” Bunları yaptırmak bir maliyet aynı zamanda. Kapitalizm öyle bir sistem ki ölümü kendisine çok farklı biçimlerde bir nesne hâline getirebiliyor. Burada defin biçimlerinin nasıl dönüştüğünü de görebiliyorsunuz. Milliyetçilik çalışan yazarların kitaplarında; Ernest Gellner olsun Eric Hobsbawm olsun, ‘Meçhul Asker’ diye bir olgudan ve onun etrafında kurulan bir kolektif bilinçten bahseder. Vatan için savaşan birilerinin üzerinden kendi kimliğini kuruyor toplum. Çanakkale’ye gidip dolaştığınızda yaşadığınız hissi buna örnek verebiliriz. Ölüm bu anlamda kültürel bellek biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Bir tarihi vaka üzerinden kimliğinizi kuruyorsunuz. Şehitlik kavramı kimliği oluşturuyor. Dinî ve tarihsel alanın dışında ideolojilerde de bunu görüyorsunuz. Öte dünya tasavvuru olmayan bir ideoloji bile o dava uğruna ölenleri kahramanlaştırıyor. O şehitlerin mezarları, birden başka bir hüviyet kazanıyor. İnsanlar o mezarları ziyaret ediyor. Böylece ideolojiye bağlılıklarını gösteriyorlar. Ölüme ne kadar yokluk olarak baksalar da onun üzerinden bir alan yaratıyorlar kendilerine. Politik anlamda verilen mesajlar da önemli. Arap Baharından sonra meydanlarda yapılan eylemlerde kefenleriyle birlikte sokağa çıkan insanları görüyorsunuz. Oradaki mesaj çok nettir. Kefen, Müslüman toplumlar için önemli bir nesnedir. Dünyadan giderken başka hiçbir şey götürmemeye ilişkin; artık Allah’la baş başa kalacağınızı gösteren bir mittir kefen. Onun verdiği mesajı herkes bilir.

“ÖLÜMSÜZLÜK ARAYIŞI KADİM BİR ARAYIŞTIR”

Teknoloji üzerinden giden bir yönü de var ölümün. Bir insanın öldüğünü kesin olarak anlamak için eski devirlerde işte burnuna ayna, cam ya da tüy tutmak gibi bir yöntem kullanılırdı. Hortlak hikâyelerinin kaynağında ölümü net olarak anlayamamanın verdiği bir durum var. Bir süre sonra ölü olduğu sanılan insan canlanıveriyor… Aslında ölmemiş. Mezardan çıkıyor ya da tabuttayken bir anda diriliveriyor. Toplum bir hortlak hikâyesi kuruyor. Geleneksel toplumlarda bu hikâyeleri sıkça görüyorsunuz. Bu hikâyelerin modernize edilmiş biçimi zombilerdir. Ölümün fiziksel anlamda gerçekliğini bugün tıp teknolojileri net biçimde söyleyebiliyor. Bir makineye bağlısınız. Hastane ortamında, makinelerle kuşatılmışken ölümün tanımladığını görüyorsunuz bugün. Makine kişinin öldüğünü söyler ve doktorlar da bu durumu onaylarsa defin süreci başlar. Beyin ölümü ve insan ne zaman gerçekten ölür tartışılan konulardır. Kişi bitkisel hayata girdiğinde fişini çekmeli miyiz, makinelerle o bedeni yaşatmalı mıyız gibi tartışmalar tıp literatüründe ve ölüm sosyolojisi çalışmalarında sıkça karşımıza çıkıyor. Örneğin bitkisel hayata giren bireyin fişinin çekilmesi kararını verme yetkisi kime aittir?

Ölümsüzlük arayışı kadim bir arayıştır. Gençlik pınarı ya da iksiri hikâyeleri vardır; mitolojide sıkça karşımıza çıkar. Güzellik endüstrisi üzerinden kurulan bir ölümsüzlük anlayışı vardır. İlk bakışta buna ölümsüzlük denmiyor belki ama yaşlılıkla kişinin yaşayamaması, kişilerin teknolojiye yüklenmesine sebep oluyor. O zaman da kendine bir takım dokunuşlar yaptırıyor. Kendisini gençleştiriyor. Ajda Pekkan’a baktığımızda yaşadığımız hissi düşünelim. Normalde onun yaşında babaannelerimiz var ama Ajda Pekkan sanki ölümsüzlük iksirini bulup da içmiş gibi duruyor. Güzellik endüstrisi size öyle bir his yaşatıyor. Yanınızdaki yaşlı akrabanızın içi geçmiş ama ekrandaki o şöhrete bakıyorsunuz hâlâ genç ve dinamik olduğu algısı uyandırıyor. Görsel anlamda bunu hissediyorsunuz.

Yaşlılık ne demek? Ölüme bir adım daha yaklaşmak demek. Güzellik endüstrisi o olguyu da kaybettiriyor. Modernizmin getirdiği bütün bu araçlar doğallığı da kaybettiriyor. Buradaki en önemli nokta o aslında. Ölüm üzerinden doğan doğal alanın kaybolduğunu görüyorsunuz. Nasıl şimdi etrafımızdaki pek çok şey sunidir, ölümle ilgili olguların da sunileştiğini görüyorsunuz. Yani yatakta ölüm, önemli bir durumdu. Kefenlenme, yıkama, ağıt ve taziye önemli ritüellerdi ama şimdi nasıl ki o tüketim endüstrisinde paketleme sistemleri var, benzetmek gibi olmasın hastanelerde ölen insanla muhatap olamadan naaşın mezara gittiğini görüyorsunuz. Birebir temas kayboluyor. Ölü paketleniyor ve araçla birlikte mezarlığa gönderiliyor. Dolayısıyla yatakta ölümden hastanede ölüme doğru bir geçiş var. Değişen ölüm algısına ilişkin yazılan önemli kitaplardan biri olan Philippe Ariés`in “Batılının Ölüm Karşısında Tavırları” isimli kitabında bu durum izah ediliyor.”

Sosyolojinin temel meselelerini oluşturan kültür, siyaset, toplum, modernite, din ve kadın-tarih gibi pek çok konuda sunumun yapıldığı 1. Sosyoloji Günleri, kapanış oturumunun ardından sona erdi.

İlginizi Çekebilir

HAYATINI KAYBEDEN ÜSTEĞMEN SON YOLCULUĞUNA UĞURLANDI

GÜMÜŞTEKİN, “GÖNÜLLÜLÜK, KALPTEN KALBE UZANAN İYİLİĞİN ADIDIR”

GÜVENİLİR GIDA İÇİN DENETİMLER ARALIKSIZ SÜRDÜRÜLÜYOR

GÖNÜLLERİ ISITAN POLİSE BAŞARI BELGESİ

ESENLİK KÜLLİYESİNDE 8 MİLYON LİRALIK DAYANIŞMA ÖRNEĞİ

KADINLAR KÂĞIT RÖLYEF KURSUYLA AİLE BÜTÇESİNE KATKI SAĞLIYOR

UMUT KERVANI, MAZLUMA UMUT OLMAYI SÜRDÜRÜYOR

MUŞ’TA AFAD GÖNÜLLÜLÜĞÜ GÜÇLENİYOR: 309 GÖNÜLLÜ DAHA SAHA EĞİTİMİNİ TAMAMLADI

MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ’NDE ÖYKÜ GÜNLERİ YOĞUN İLGİYLE TAMAMLANDI

BULANIKLI GAZETECİLERDEN EMNİYET MÜDÜRÜ ENGİN ARLI’YA HAYIRLI OLSUN ZİYARETİ

  • Pazar 10.9 ° / 7.2 ° Orta kuvvetli yağmurlu
  • Pazartesi 12.5 ° / 5.3 ° false
  • Salı 12 ° / 4.3 ° Güneşli

LİG TABLOSU

Takım O G M B Av P
1.GALATASARAY A.Ş. 15 11 1 3 21 36
2.FENERBAHÇE A.Ş. 15 9 0 6 18 33
3.TRABZONSPOR A.Ş. 14 9 1 4 13 31
4.GÖZTEPE A.Ş. 14 7 2 5 10 26
5.SAMSUNSPOR A.Ş. 15 6 2 7 6 25
6.BEŞİKTAŞ A.Ş. 14 7 4 3 7 24
7.GAZİANTEP FUTBOL KULÜBÜ A.Ş. 14 6 4 4 -1 22
8.KOCAELİSPOR 14 5 6 3 -3 18
9.RAMS BAŞAKŞEHİR FUTBOL KULÜBÜ 15 4 6 5 3 17
10.CORENDON ALANYASPOR 14 3 4 7 -1 16
11.TÜMOSAN KONYASPOR 15 4 7 4 -4 16
12.ÇAYKUR RİZESPOR A.Ş. 15 3 6 6 -6 15
13.HESAP.COM ANTALYASPOR 14 4 8 2 -11 14
14.KASIMPAŞA A.Ş. 14 3 7 4 -7 13
15.İKAS EYÜPSPOR 15 3 8 4 -8 13
16.ZECORNER KAYSERİSPOR 15 2 6 7 -17 13
17.GENÇLERBİRLİĞİ 14 3 9 2 -7 11
18.MISIRLI.COM.TR FATİH KARAGÜMRÜK 14 2 10 2 -13 8